İşleyen demir ışıldarmış.

   

Zor bir yazın ardından okula geri dönmüştü. Ancak hiç bir şey çalışma azmini elinden alamazdı. Okurken de çalışmak ve hayatı öğrenmek istiyordu. O istediği sürece hayatın ona vereceği birçok ders, birçok tecrübe olacaktı. İyi ya da kötü, sonunda hep öğreneceği, hep onu olgunlaştıracak tecrübeler. Hepsine açıktı. 

Okul süresince, okulda açılan öğrenci asistanlığı kadrosunda kendine bir yer buldu. Okuldaki seminerler ve diğer organizasyonlarda görev alacak ve bunun karşılığında okul ona küçük bir cep harçlığı verecekti. Bu organizasyonlar çok keyifli geçiyordu. Özellikle akşam yapılan sergi açılışlarında güzel kokteyller veriliyordu. Arkadaşları da bu davetlere kalarak, sergiyi 2 dakika içinde gezip bedava içkinin tadını çıkarıyorlardı. Özel okulda da olsa öğrenci psikolojisi işte. En ucuzundan şarap, lezzetli kanepeler onlar için büyük bir eğlenceydi.

Bir öğrenci olarak yapılabilecek en güzel işlerden biri de özel ders vermekti tabi. Tanıdık vasıtasıyla iki öğrenci bulmuştu. İkisi de ilkokulda, biri Türk biri Amerikalı. İkisi de birbirinden tatlı bir kız, bir erkek çocuğu. Türk’e sadece matematik çalıştırırken, Amerikalıya tüm derslerinde yardım ediyordu. Zaten çocuklarla arası hep çok iyi olmuştu. Öğretmeyi seven, sabırlı ve güler yüzlü bir mizacı vardı. Amerikalı çocuğun ailesi misyonerdi. Yedi yaşındaki çocuk birçok ülke gezmiş, kendisine Endonezya, Filipinler gibi çok gitmek istediği ülkelerdeki maceralarını anlatıyordu. İçten içe çocuğu kıskanmıyor değildi. O çocuğun evine her gidişinde, yaşları 2 ile 7 arasında değişen 3 küçük erkek çocuğuna rağmen bir evin nasıl bu kadar dingin, huzur dolu olabildiğine şaşıyordu. Hayatında gördüğü en sakin, ona en çok huzur veren ev orası olacaktı. Neden bizde çocuk olan evde bir enerji patlaması, hep  gürültü oluyor diye düşünmekten kendini alamıyordu. Oysa ne güzel anlatıyorlardı ufacık çocuklara her şeyi, güler yüzle, sakinlik ve sabırla. En lezzetli hindiyi de o ailenin Şükran günü yemeğinde yiyecekti. Bugün bile tadı damağında olan o harika yemek…

Kendisine bir de cumartesileri gideceği gönüllü öğretmenlik işi bulmuştu. Eski bir semtte, kendini fakir çocukları daha iyi eğitmeye adamış bir avuç Türk ve yabancı gönüllünün arasında, onu inanılmaz heyecanlandıran bir iş. 30 kişilik sıraların üzerinde gezen 7 yaş topluluğuna matematik anlatmaya çalışıyordu. Öğretmenliğin ne kadar sabır isteyen bir iş olduğunu işte orada anlıyordu ve ses telleri sağlam birine göre bir iş tabi ki. Çocukları disipline sokmak isterken, sınıfın en yaramazının kendisine yaptığı tehditle şok olmuştu. Tüm ders sıraların üzerinden inmek istemeyen çocuk, onu “babam hapisten yeni çıktı, söylerim, seni bıçaklar” diye tehdit ediyordu. Çoğunun babası benzer durumlardaydı zaten ve her ne kadar çaba sarf etse de de bu çocukların geleceğinden büyük endişe duyuyordu. Keşke elinden daha fazlası gelebilseydi.

Hafta içleri de kendisine part-time ofis ve kongre işleri bulmuştu. Okul çıkışı ofise gidip, davetlilere davet faksı gönderiyor, tanınmış iş adamlarının sekreterlerini arayarak programa katılıp katılmayacaklarını soruyor ve davetiyeleri gönderime hazır hale getiriyordu. Part-time de olsa büyük bir şirketle tanıştığı ilk işiydi. O zamanlar ofiste telaşlı çalışanlar, ofis ortamı kendisine ne kadar güzel ve özendirici geliyordu. Yıllar sonra aynı konumda içinde bulunduğunda, hiçbir zaman aynı duyguyu hissedemeyecekti. Kongre öncesinde de kongre çantalarını hazırlamak için birkaç gece sabahlamışlardı. Sonrasında birçok kongrede ve fuarda belki hiç önemsemeden alıp, bir köşeye atacağı çantalar için onlarca öğrenci sabahlıyor, cep harçlığını çıkarıyordu. Bu çok basit görünen işler bile aslında koca bir bütünün parçasıydı. Yıllar sonra bu küçük deneyimin bile onda bir iz bırakacağını, bir ders vereceğini nereden bilebilirdi?

Yaz yine gelmişti. Bu kez şehrine dönmeyecek, bu büyük şehirde kalıp çalışacaktı. Bir önceki yaz, şehrinde zor şartlarda çalışıp, para kazanamayarak dersini almıştı. Para bu şehirdeydi. Bu yaz, ilk kez düzenlenecek uluslararası bir fuar için proje asistanlığı yapacaktı. Fuar şirketi çok büyük sayılmazdı. Belki 20 çalışanı vardı. Ama onun için ilk kez 3 ay boyunca çalışacağı ve ofis ortamını deneyimleyebileceği güzel bir işti. Hemen kendine iş kıyafetleri aldı. Her zaman çalışanların kıyafetlerine özenmişti. Takım elbiseler, topuklu ayakkabılar… 3 ay çalışacağı bu işi o kadar benimsemiş ve işe o kadar ciddi kıyafetlerle gelip gidiyordu ki, çalışanların biri bir gün ona “Sen bir öğrencisin, iş kadını gibi giyinmene gerek yok” diye hatırlatma bile yapmıştı. Altı üstü 3 ay çalışıp gidecekti işte. Kalem etekler, topuklu ayakkabılar nesineydi yani. Daha sonra birçok kez karşısına çıkacak olan, ruh hastası, kompleksli ofis çalışanı kadın figürüyle işte ilk kez o zaman tanışacaktı. Yaz harçlığını çıkarmaya gelmiş öğrenciye bile rahat huzur yüzü göstermeyen, saçma sapan her şeye stres yapan, aşağılayan, tersleyen, ukalalık yapan, burnu havada çoğunuzun çok yakından tanıdığı kadın modeli. O kadın, sonra da karşısına çıkacak aynı tip kadınların bir demosuydu sanki. Ama orada birçok şey öğrenmişti. Database oluşturmayı, ofiste telefonla iletişim kurmayı, exceli, internette sabırla saatlerce araştırma yapmayı ve daha birçok şeyi. Yıllar sonra hiçbir mülakatta, hiçbir IK’cının umurunda olmayacak, anlatmasına bile izin verilmeyecek bir iş deneyimi işte. Kendisi için büyük, insanlık için küçük bir adım daha. 

Not: Kariyer hikayesinin bütününü görmek için ilk yazıdan sona doğru okuyabilirsiniz.