Okuldan
sonraki iş hayatı onu bambaşka gerçeklerle yüzleştirmişti. Kısa bir süre
içinde, özellikle son işinde psikolojik olarak yıprandığını hissediyordu. Uzun
zamandır yurtdışına gidip İngilizce pratiği de yapmak istiyordu. Bu işten
çıkması onun için çok iyi bir fırsattı. Şimdi uzun soluklu kariyer hayatına
iyice konsantre olmadan son bir çıkış şansı vardı.
Aldığı maaş ancak kirasına ve günlük
ihtiyaçlarına yetiyordu. Dolayısıyla pahalı bir okula gidip, yurtdışında
çalışmadan hayatını sürdürme şansı yoktu. İngiltere’de au-pair olarak çalışıp
aynı zamanda dil kursuna gitmeye karar verdi. Hemen birkaç ajansla görüşerek
organizasyonu yaptı. Kısa bir süre sonra çocuklarına bakacağı aile onu havalimanında
bekliyordu işte. Christmas öncesi geldiği ülkede, yol boyunca ışıl ışıl, Hansel
ve Gretel’in yediği kurabiye eve benzeyen şirin evler onu adeta büyülemişti. Ne
güzel bir ülkeydi burası. İlk yurtdışı deneyimi uzun soluklu olacaktı. Hiç
tanımadığı bir ülkede, tanımadığı, farklı milletten insanların evinde kalacak,
huyunu suyunu hiç bilmediği çocuklara bakacaktı. İş hayatında kısa bir süre de
olsa ürün müdürlüğü yaptıktan sonra dil pratiği yapmak için birilerinin evini
temizleyecek ve çocuklarına bakacak olmak iyi bir nefis terbiyesi olacaktı. Hayat
böyle değil miydi, iniş çıkışlarla dolu, her daim ders veren, kimsenin kimseden
üstün olmadığını bir anda gösteren iyi bir öğretmen. Kalacağı evde Vietnam’dan
savaş zamanında gelmiş, iyi bir şirkette çalışan bir anne, bir kilise okulunda
okul müdürü olan İngiliz bir baba ve onların biri kız, biri erkek iki çocuğu
yaşıyordu. Bambaşka bir kültür, bol disiplin, şirin, iki katlı müstakil bir ev.
Her şey çok yabancıydı. Bir o kadar da keşfedilmeye değerdi. Geldikten birkaç
gün sonra, ilk kez doğum gününü yapayalnız kutladı. Sorguladığı onlarca şey
vardı. Hazmetmeye çalıştığı, hesap sorduğu, cevaplarına ulaşamayıp kabullendiği…
Vakit
kaybetmemek için yılbaşı öncesinde gelmişti ancak uzun bir tatil olduğu için
dil okulları henüz başlamamıştı. Vaktini evde İngilizce çalışarak, çocuklarla
oyun oynayarak, onlara yemek hazırlayarak ve temizlik yaparak geçiriyordu. İzin
günlerinde ise Londra’nın merkezine giderek, keşfedilecek birçok yeri olan bu
harika şehri tüm gün ayaklarına kara sular inene kadar geziyordu. Okul henüz
başlamadığı için günlerini boşa geçirdiğini düşünerek üzüldüğü bir gün, “Allahım,
karşıma birini çıkar ve bana bir merhaba desin, biraz konuşup pratik
yapabileyim” diye dua ediyordu. O anda kendisiyle aynı yaşlarda bir kız karşısında
bitiverdi. “Hi, do you believe Jesus Christ?”!!! Şok olmuştu. Dualarının bu
kadar hızlı kabul olmasına inanamıyordu. Evet, inanıyorum dedi. Kendi dininin
peygamberi olmasa da inanıyordu tabi ki. Kız onu eve çok yakın bir kiliseye
davet etti. Bu pratik yapmak için iyi bir fırsattı. Misyonerleri ilk kez bugün
görmüyordu ve dinini değiştirmeye hiç niyetli değildi. Ama Allah’a dua ettiği
anda karşısına çıkan bu kızı geri çevirmeyecekti. Sözleştikleri gün kiliseye
gitti. Burası bir Mormon kilisesiydi ve kendisiyle aynı yaşta birkaç kız,
evlerinden, ailelerinden çok uzak bu ülkede misyonerlik faaliyetleri için bu
kilisede yaşıyorlardı. İki kız Hristiyanlığın sonradan oluşan bir kolu olan bu dini
detaylarıyla anlatmaya başlamışlardı. Onu etkilemek için Mormonluğun Müslümanlığa
benzer yanlarını anlatmaya çalışıyorlardı. Uzun etek giyip, kafein almayan bu
kızlar, Mormonluk’ta da dört kadınla evlenilebilir gibi kuralları anlatıyor, bu
şekilde karşılarındaki kişiyi etkilemeye çalışıyorlardı. Tüm bunlara rağmen
buraya gelip gitmek eğlenceli bir hal almaya başlamıştı. İlk yardım kursları
veriyorlar, kitaplarından belli bir bölüm okuduktan sonra kısa dualar
ediyorlardı. Onlarla Müslümanlık ve Mormonluk hakkında tartışmak iyi bir pratik
yöntemi olmuştu. Bu arada okul da başlamıştı. Ancak bir sorun vardı. Çocukları
okula arabayla götürüp, getirmesi gerekiyordu. Ama hem yollar, hem arabanın
direksiyonu ters taraftaydı. Yollar çok dar, karanlık ve hava hep yağmurluydu.
Ayrıca birilerinden, çocuklar varken arabayla kaza yaparsa en az 5 yıl hapis
yatacağını duymuş ve bu gözünü çok korkutmuştu. Cesaret edemedi ve bu durumda orada
çalışmaya devam edemezdi. İngiltere’ye giderken ona aile ayarlayan ajans, yeni
bir aile bulamadı. İş başa düşmüştü, hiçbir referans olmadan internetten Nijeryalı
bir aile buldu. Küçük bir kızları olan bu aile, Londra’ya biraz daha yakın bir
yerde oturuyordu. İlk kez yurtdışına çıkan biri için internetten hiç tanımadığı
birilerini bulup, evlerinde kalacak olmak gerçekten cesaret işiydi. Bambaşka
bir kültürün içine girmişti. Evin içinde Nijerya dili konuşuluyor, çok farklı
Nijerya yemekleri pişiyordu. İngiltere’ye geldiğinden beri fark ettiği bir şey de
insanların yemek konusunda ne kadar cimri olduklarıydı. Mesela pahalı diye eve bal
almıyorlar, au-pair için de sadece 4
tanesi 1 pound olan, ucuz pizzaları yeterli görüyorlardı. Türklerdeki ikram
hevesi ve bolluk burada kesinlikle yoktu. Yeni evde, kadın eşinin iyi bir işi
olduğunu ancak uyuşturucu kullanmaktan vazgeçemediği söylemişti. Kendisinden de
uyuşturucu parası isterse vermemesini tembih etmişti. Bir süre sonra gerçekten
de adam, kendisinden uyuşturucu parası istemiş, korkusundan vermişti. Bir daha
geri alamadı tabi ki.
İki farklı
dil okuluna gidip geliyor, evde çalışıyor, boş zamanlarında da yeni tanıştığı
farklı ülkelerden gelen arkadaşlarıyla buluşuyordu. Ailesinden, tüm
sevdiklerinden uzakta olmasına ve tedirgin edici bu yeni aileye rağmen hayat
akıp gidiyordu işte. Bu küçük kasabada hayat kendi ülkesinde olduğundan çok
daha sakin, insanlar çok daha sabırlı ve güler yüzlüydü. Londra’ya gitmek ve
yeni müzeler, sergiler, sokaklar görmek için hafta sonlarını iple çekiyordu.
Genelde yalnız gidiyor ve sabahın erken saatlerinden akşam gün batana kadar
durmadan geziyordu. Yalnızlık bir yandan onun için bir sınav olurken, bir yandan
da keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Aylar sonra ülkesine
dönme vakti gelmişti. Çok kolay bir dönüş olmayacaktı bu. Aile gitmesini
istemiyor, giderse bir daha dönmeyeceğini tahmin ediyordu. Çocukları çok
alışmıştı ve çocuklarıyla bu kadar iyi anlaşacak birini bulmak çok da kolay
olmuyordu. Aile belki parasını vermezsek döner umuduyla çalıştığı son ayın
parasını vermedi. Buna rağmen dönmeye hiç niyeti yoktu. Taksicinin,
Nijeryalıların bu ülkenin en belalı insanları olduğunu söylemesiyle neden
bunları yaşadığının cevabını almış oldu. Havaalanına giden 2 saatlik yol
boyunca durmadan ağladı, parasını alamadığı için değil, dünyanın bambaşka bir
yerinde bile haksızlığa uğramaktan, bu lanet dili öğrenmek için düştüğü durumdan,
hasretten ve belki içine attığı onlarca sebepten. Yol boyunca ağlayarak, geçirdiği
bu zor ama hayatı boyunca unutmayacağı dönemin muhasebesini yaptı, içindeki tüm
kötü duygulardan arınana kadar durmadan ağladı…
Not: Kariyer hikayesinin bütününü görmek için ilk yazıdan sona doğru okuyabilirsiniz.
Not: Kariyer hikayesinin bütününü görmek için ilk yazıdan sona doğru okuyabilirsiniz.